Söyleşi: İsmail Kulakçıoğlu
Bize kendinizi tanıtır mısınız?
İsmail bey öncelikle bu nazik davetiniz için teşekkür ederim. Kısaca kendimden söz edeyim.
Ankara Hukuk mezunuyum. İnsan hakları alanında çalışan değişik kurumların kurucusu ve
başkanı oldum. İnsan hakları alanında çok sayıda eserim var. Halihazırda da insan hakları hukuku
alanında avukatlık yapıyorum.
Mesleğinizi seviyor musunuz? Sizi hukukçu olmayan bağlayan nedir?
Genel olarak avukatlıktan ziyade, kendime çizdiğim sınırlar içinde mesleki faaliyetimi sürdürmeyi
seviyorum. Üzerinde çalışacağım davaları seçerek alıyorum. Kendi alanım dışındaki davalara
bakmıyorum. Beni hukukçu olmaya bağlayan şeyler elbetteki belli bazı inançlar ve temel kabuller.
Hukukun işlemediği, hukukun üstün olmadığı ülkelerde ne insanlar özgür olabilir ne de demokrasi
kök salabilir. Bu bakımdan yaptığım işleri çok önemsiyorum. Çünkü bir avukat olarak mesleğimi
iyi yaptığımdan hukuk işlemesine katkıda bulunduğumu düşünüyorum.
Mesleğinizin zorlukları nelerdir?
Bence bizim mesleğin en büyük zorlukları hukukun gerileyip, keyfiliğin ön plana çıktığı
dönemlerde baş gösteriyor. Önünde dava takip ettiğimiz mahkemeler, hukuka, kendi mesleklerine
saygılı ise, işinizi büyük keyifle yapıyorsunuz. Yok eğer, söz konusu yargısal makamlar, hukuktan
ziyade ülkedeki güç odaklarının ne dediğine kulak kabartıyorsa, meslek de hukuk da büyük yaralar
alıyor.
Sizce memleketimizde “Hukukun üstünlüğü” deyince ne anlaşılıyor? Genel bir tablo çizmek
mümkün mü?
Türkiye’de yaygın olan şey hukukun üstünlüğü değil, üstünlerin hukukudur. Yani o gün kim gücü
elinde bulunduruyorsa, hukuku da kendi amaçlarına, inançlarına, dünyayı algılama biçimine göre
eğip bükmek istiyor. Bunu yaparken de karşılarında muhatap olarak gönüllü işbirliği yapan
yargıçlar ve savcılar bulabiliyorlar. Mesela bir bakıyorsunuz, yargıçlar devletin “âli menfaatlerini”
korumaktan söz edebiliyorlar. Kendi mesleğine saygı duyan hiçbir hukukçunun devletin
“âli menfaatlerini” korumak gibi bir vazifesi olamayacağını düşünüyorum. Hukukçular hukukun
üstünlüğünü, adil yargılamayı, temel insan hak ve özgürlüklerini korumakla görevlidirler. Devletin
menfaatleri gibi şeylerden söz ettiğinizde, siz aslında o anki konjonktürde siyasal iktidarın veya
güç odaklarının pozisyonlarını korumaktan, onlarla uyumlu bir şekilde çalışmaktan söz
ediyorsunuz ve bana sorarsanız, maalesef, bunları yaptığınızda da mesleğinize ihanet ediyorsunuz.
Hukukun üstünlüğü nedir?
Hukukun üstünlüğü aslında hukuk devleti demektir. Yani hiç kimsenin kaynağını hukuktan
almayan bir yetkiyi kullanamaması, keyfiliğin olmaması ve herkesin kişi güvenliği ve özgürlüğüne
sahip olması demektir. Yani devletin veya kendini devlet yerine koyan kişilerin hukukla
sınırlanması, bu sınırların dışına çıktıklarında hesap vermek zorunda olmalarıdır. Bunun karşısında
da bireylerin, suç işlemedikçe, hak ve özgürlüklerinin kısıtlanmayacağından emin olmalarıdır.
Bakın, 1215 tarihli Magna Carta’dan önce, kralın yetkileri mutlaktı. Onun ağzından çıkan bir
cümleyle, kişiler özgürlüğünden yoksun bırakılabilir ve malları müsadere edilebilirdi. Magna
Carta’dan başlamak üzere, insanların giderek artan oranda muktedirler karşısında güvencelere
kavuştuğunu görüyoruz. Tabi demokratik ülkelerden söz ediyoruz burada. Zaten hukukun üstün
olmadığı, yani keyfiliğin ortadan kaldırılmadığı bir ülkede demokrasiden de söz edebilmek
mümkün değildir.
Hakim vicdanı nedir? Ne anlamalıyız?
Hakim vicdanı hakimin sadece hukuk ölçülerine göre karar vermesi, hukuk dışı mülahazalardan
etkilenmemesi demektir.
Hukukun üstünlüğü devlet toplum ilişkilerini nasıl etkiler?
Hukukun üstünlüğü topluma güven verir. Herkes eylemlerinin sonuçlarını öngörebilir. Hukukla
muhatap olduğunda keyfi bir şekilde muamele görmeyeceğini bilir. İnsanlar, siyasi iktidarın veya
güç odaklarının şimşeklerini üzerine çektiğinde hukuk karşısında menfi veya dezavantajlı bir
muamele görmeyeceğine emindir.
Birkaç örnek vermek mümkün mü?
Hukukun üstün olduğu bir ülkede sırf devlet başkanını eleştirdiğiniz için başınızın derde
girmeyeceğini bilirsiniz. Hakimler ve savcılar, iktidarın hoşuna gitmeyen bir karar verdiklerinde
soruşturmaya uğrayacakları veya görev yerlerinin değiştirileceği yönünde kaygılar duymazlar.
Ülkemizde hukukun üstünlüğü, genel olarak kabul edilen standart yaklaşımların dışına
çıkıyor?
Türkiye’de çok sınırlı zamanlar hariç hep bir “olağanüstü” hal havası ve zihniyeti hakim. Türkiye
bir türlü, üç tarafı denizlerle, dört tarafı düşmanlarla çevrili bir ülke olma psikolojisini aşamadı.
Üstelik bu “düşmanlar” sadece ülkenin dışındakilerle de sınırlı değil. Bu düşmanların “dahili”
uzantıları var. Ülke içindeki bazı insanlar bir suç işledikleri iddiasıyla yargıyla karşı karşıya
geldiklerinde “sanık” olarak değil de “düşman” olarak muamele görüyorlarsa orada “bir tür
düşman ceza hukuku” devreye giriyor. Yargı karşısında “sanık” yerine “düşman” gördüğünde,
artık haklar ve özgürlükler çok kolay şekilde sınırlanabilir hale geliyor. Çünkü karşılarında o
haklara layık olmayan insanlar görüyorlar. Olağan hukuk kuralları çok rahat bir şekilde
çiğnenebilir bir hale geliyor. Çünkü karşınızda “düşmanlar” var ve bir şekilde bu düşmanların
ortaya koyduğu tehlikeyi bertaraf etmeniz gerekli. İşte Türkiye bu haleti ruhiyeden hiçbir zaman
tam olarak çıkamadı. Neredeyse her dönem yeni düşmanların tanımı değişiyor ama düşman ceza
hukuku uygulaması değişmiyor.
Hukukun üstünlüğü insanların kardeşçe yaşaması için ne gibi fırsatlar sunar?
Hukukun üstün olduğu yerde, ister iktidarın en çok sevdiği kişi olsun, isterse en nefret ettiği kişiler
olsun, herkes şunu bilir: Bir haksızlığa uğradığında hukuk bunu giderecektir. Aynı şekilde kendisi
bir haksızlık yapıyorsa, hukuk önünde bazı yaptırımlarla karşılaşacaktır. İşte hukukun
üstünlüğünün ortadan kalktığı, bunun yerine üstünlerin hukukunun uygulandığı ülkelerde,
iktidarın hışmını çeken kişi hukuk önünde haksızlığa uğrayacağını bilir. Aynı şekilde iktidara
yakın kişiler de, suç bile işleseler kayrılacaklarını bilirler. Böyle bir ülke kimseye huzur veremez.
Toplumsal barış sağlanamaz. Böyle bir ülke refaha da ulaşamaz. Çünkü yatırım yapacak kişiler
bile herhangi bir durumda keyfilikle karşılaşmaktan korkarlar.
Anayasa Mahkemesinin görevi nedir?
Anayasa Mahkemesinin hali hazırda iki tür görevi var. Bir tanesi çıkarılan yasaların Anayasaya
uygunluğunu denetlemek. Öbürü de kişilerin gerçekleştirdikleri bireysel başvuruları incelemek.
Maalesef halihazırdaki konjonktürde bu iki görevini de layıkıyla yerine getirebildiğini söylemek
mümkün değil. Anayasaya açıkça aykırı yasalar ve hukuki düzenlemeler rahatlıkla yapılabiliyor.
AYM’nin bunlara göz yumduğuna tanık oluyoruz. Bunlar önüne geldiğince açıkça Anayasa’ya
aykırı hükümleri görmezden gelebiliyor. Aynı şekilde önüne gelen bireysel başvurularda da,
giderek artan orandan bir gözünün siyasal iktidara çevrili olduğunu, iktidarı rahatsız edecek
kararlardan ciddi şekilde kaçındığına tanık oluyoruz.
Anayasa Mahkemesinin kapatılması söz edildiğinde hangi teorik sonuçları ortaya çıkıyor?
Bir yaklaşım sunmak mümkün mü?
Anayasa Mahkemesinin kapatılmasını isteyenler, kontrolsüz bir şekilde güç kullanmak istiyorlar.
Mutlak bir iktidara sahip olmak ve hiçbir konuda hesap vermemek derdindeler. Şeffaflığın, hesap
vermenin ve hukuki denetimin ortadan kalktığı bir ülkede artık demokrasiden söz edilemez.
Demokrasi yalnızca gidip insanların oy kullanması değildir. Demokrasi aynı zamanda o ülkedeki
kuvvetlerin birbirinden ayrıldığı; hangi konum ve mevkiye sahip olurlarsa olsunlar, yanlış
yapanların hesap verdiği bir rejimdir. “Ben seçildim, yasama da benim, yürütme de, yargı da;
bütün güçler benimdir” dediğinizde şekli olarak o rejimi nasıl tanımlarsanız tanımlayın, artık özü
itibariyle demokrasiden sapmış, otoriter ve totaliter rejimlerden söz ediyorsunuz demektir.
Güzel cevaplarınız için çok teşekkür ederiz.